11.5 C
Kiev
Perşembe, Mart 28, 2024
spot_imgspot_imgspot_imgspot_img

Ukrayna krizinde sürdürülebilir çözüm uzak, İvan Krastev, Stephen Holmes

mnsk_smmt_AP

Ukrayna’da devam eden karışıklık, sıklıkla 1990’ların başındaki Yugoslavya krizi ile karşılaştırılıyor ve esasında iki olay arasında pek çok benzerlik söz konusu. Fakat Ukrayna hükümeti ile Rusya destekli ayrılıkçılar arasındaki çatışmanın niçin hâlâ sürdüğü ve şiddeti giderek artan bu acımasız savaş bir yılı geride bırakırken çözümün niçin hâlâ bu kadar uzak bir ihtimal olduğu hususuna gelince, aradaki farklar daha bir önem kazanıyor.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Ukrayna’da uyguladığı taktikler, dönemin Sırbistan Cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç’in Yugoslavya Federasyonu’nun dağılma sürecindeki taktiklerine benziyor. Putin’in İkinci Dünya Savaşı (1939-45) referanslarını propaganda aleti yaparak yoğun bir Rus milliyetçiliğini körüklemesi, genellikle Miloseviç’in 1990’ların başında Sırplar arasında Hırvat karşıtlığını uyandıran dezenformasyon kampanyalarının birebir aynısı olarak görülüyor.
Putin de, Miloseviç de denetim altına almak istedikleri ülkelerde önce etnik soydaşlık kavramını güçlendirip, ardından da soydaşları koruma kisvesi altında buraları askeri işgal yoluna gitti. Her iki lider de başka bir ülkenin sınırları içinde kendi kendine ilan edilmiş “cumhuriyetler” kurulmasını sağladı.
Aradaki benzerlikler göz önünde bulundurulduğunda, pek çokları Batılı güçlerin Ukrayna konusunda da Yugoslavya krizine benzer bir yaklaşım benimsemesi yani Kiev’e “öldürücü askeri savunma silahları yardımı” yapılması gerektiğini öne sürüyor. Nitekim Bosna Savaşı’nı (1992-95) sona erdiren Dayton Anlaşması’nın ancak Amerikalıların Hırvatları ve Bosnalı Müslümanları silahlandırma kararı almasının ardından imzalanabildiği dile getiriliyor.
Fakat tabii ki Putin’in Rusya’sını, Miloseviç’in Sırbistan’ı ile bir tutamayız. Rusya, tarihe düşülmüş bir dipnot ya da küçük bir Balkan ülkesi değil; Ukrayna’nın ne kadar ağır silahlarla donatılırsa donatılsın karşısında askeri açıdan şansının olmadığı, nükleer bir Büyük Güç. Bu bağlamda bakılacak olursa, Ukrayna’ya silah tedarik etmek, Putin’i yaklaşımını gözden geçirip kalıcı barışı desteklemeye zorlamak şöyle dursun, daha fazla kan dökülmesine yol açar.
Değişen jeopolitik koşullar
Dahası, son 20 yılda jeopolitik koşullar ciddi biçimde değişti. Yugoslavya Savaşı döneminde, Batı dünyası hem ahlaki açıdan üstün konumda hem de Soğuk Savaş’ta elde ettiği zafer nedeniyle yenilmez olarak algılanıyordu.Bugün ise Batı bir gerileme içinde görülürken, ABD’nin küresel bir lider olarak meşruiyeti de sorgulanır hale geldi.
Bu açıdan, Almanya Başbakanı Angela Merkel, Ukrayna’nın silahlandırılmasına karşı çıkmakta haklı. Fakat Alman lider, Ruslarla yürütülen müzakerelerden Dayton Anlaşması gibi kalıcı bir çözüm çıkacağını sanarak yanlıyor. Zira Ukrayna ve Yugoslavya temelden farklı iki örnek. Yugoslavya, Avrupa açısından daha geniş ölçekli sonuçlar doğuran yerel bir kriz yaşamıştı. Ukrayna ise yerel sonuçlar doğuran bir Avrupa krizinin içine batmış durumda.
Miloseviç’in bariz bir stratejik hedefi vardı: Büyük Sırbistan’ı kurmak. Bunun için bölgenin sınırlarını yeniden çizmek veya en azından Sırbistan özeli dışındaki Sırp nüfus yoğunluklu bölgelere özerklik sağlayan bir anlaşma yapmak istiyordu. Balkan çatışmalarını sona erdiren müzakereler, kesinlikle haritalara odaklanıldığı için mümkün olmuştu.
Putin açısında ise stratejik anlamda Kırım’ın ilhakı yeterli oldu. Rus lider artık haritalar üzerindeki çizgileri yeniden çizmekle ilgilenmiyor. Yaptığı hamlelere esasen (Rusya açısından stratejik önemi fazla olmayan) Donbas bölgesini ilhak etme, Kırım’a bir kara koridoru açma veya donmuş bir kriz yaratma kararlılığı yön vermiyor.
Putin’in Ukrayna’ya hâlâ müdahil olmasının altında yatan sebepler görünürde büyük ölçüde pedagojik. Kendisine tepeden bakan Batı ve bu kulübe girmek için yanı tutuşan Ukraynalılara bir mesaj veriyor.
Batı açısından mesaj şu: Putin, arka bahçesine karışılmasına müsamaha göstermez. Putin’in bakış açısına göre, Batı, Baltık devletleri hariç, Sovyetler Birliği sonrası tüm alanı Rusya’nın özel nüfuz sahası olarak görmeli. (Çin’in – özellikle de Cumhurbaşkanı Şi Cinping’in ekonomi vizyonu açısından kilit önem taşıyan Orta Asya’da – böyle bir tertibi kabullenmeyeceğinin Kremlin tarafından tahmin edilememesi ise Putin’in stratejik hesaplarında kafa karıştırıcı bir yanılgıyı işaret ediyor.)
Ukrayna’ya – ve bilhassa da yeni Kiev hükümetine – verilen mesaj ise ülkenin en azından mevcut sınırları içerisinde Rusya’nın desteği olmadan ayakta kalamayacağı idi. Putin, Ukraynalılara ayrıca netice itibarıyla Batı’nın kendilerini gerçekten umursamadığını; Amerikalıların Ukrayna için savaşmayacağını; Avrupalıların da Kiev’in çaresizce ihtiyaç duyduğu parayı vermeyeceğini göstermeyi de istiyor.
Batı’nın Ukrayna konusundaki gerekçeleri de stratejik olmaktan ziyade pedagojik görünüyor. Batı, Putin’e sınırları zor kullanarak değiştirmenin bugünün Avrupası açısından kabul edilebilir olmadığını göstermenin derdinde. Ekonomik yaptırımların ve Rusya’nın bölgede verdiği zayiatın, Kremlin’i Soğuk Savaş sonrası üçüncü derece bir güç olmayı âcizane kabul etmek mecburiyetinde bırakması umulurken, diğer yandan ABD liderliğindeki dünya düzenini revize etmeye yönelik her türlü girişimin – getireceği ciddi ekonomik bedelleriyle birlikte – başarısızlığa mahkum olduğu mesajı veriliyor.
Taraflar net stratejik hedefleri olduğunda, “hiç yoktan iyidir” mantığını kabul etmeye meyilli oluyor. Fakat iki taraf da birbirine ders verme çabasına girince, her ikisi açısından da kabul edilebilir bir uzlaşma noktasına ulaşmak için gereken ortak zemin bulunamıyor. Bugün Ukrayna ile ilgili müzakerelerin, Bosna Savaşı sonrasında varılana benzer uzun vadeli bir çözüm yerine, ancak yarım yamalak, kısa ömürlü ateşkesler üretmeye mahkum olmasının nedenlerinden biri de bu.
Stephen Holmes, New York Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi. The Matador’s Cape: America’s Reckless Response to Terror (Cambridge University Press, 2007) kitabının yazarı.
İvan Krastev, Sofya merkezli Liberal Stratejiler Merkezi Başkanı ve Viyana Beşeri Bilimler Enstitüsü Daimi Üyesi. In Mistrust We Trust: Can Democracy Survive When We Don’t Trust Our Leaders? (Ted Books, 2013) isimli bir kitabı bulunuyor.
Twitter’dan takip edin: @ivankrastev
Bu makalenin ilk nüshası Project Syndicate tarafından yayımlanmıştır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera’nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.

http://www.aljazeera.com.tr/

Diğer Haberler

Bizi Takip Edin

26,500BeğenenlerBeğen
3,252TakipçilerTakip Et
3,989AboneAbone Ol
- Reklam -spot_img

Güncel Haberler